İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Mesut Sönmez: “Hikâyeler zaten vardır; birilerinin onları görmesi gerekiyor.”

Mesut Sönmez, Marmara Üniversitesi Resim-İş Öğretmenliği Bölümü 2018 mezunu. Okul döneminde, H. Avni Öztopçu atölyesinde yürütülen ders BELGELİĞİ çalışmalarını yakından takip etmiş ve gönüllü olarak bazı çalışmalara katılmış. Mezun olduktan sonra ise öykü ve senaryo yazarlığına yönelmiş ve 2018 yılında ilk kısa filmini çekmiş. Mesut Sönmez’in sanat eğitimi aldığı dönemden yola çıkarak yazarlık ve yönetmenlik macerasına ve ‘’İkinci Bölüm’’ isimli kısa filmine değinen keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sanat eğitimi aldığın dönemde ne gibi faaliyetlerde bulundun?

Öğrencilik yıllarımda, zamanımı hep değerli kılmaya çalıştım. Birden çok disiplinle ilgilenmeye, birbirleriyle ilişkilendirmeye gayret ettim. Ne şanslıyım ki ders BELGELİĞİ’yle de yolculuğumun henüz başındayken tanıştım. Sergi hazırlıklarında yer aldım, grup çalışmalarına katıldım. Doğa için çabalayan arkadaşlarımın yanında bulunmaya çalıştım.

Sence ders BELGELİĞİ çalışmalarına katılmış olmak sana ne kazandırdı?

Grup çalışmalarına katıldım, bu benim için çok önemliydi, özellikle uysallaşmam açısından. Toplulukla hareket edince uyum sağlamak zorunda kalırsın, bu zordu,  alıştım ve daha saygılı olmayı öğrendim. Tabii, kutsal ‘bir başınalığımdan’ vazgeçmedim. Bu zamanlarda öğrendiklerimi unutup, ‘ben’ olmaya çalışıyorum. Neticede ben, hep ben olmalıyım. Ne zamana kadar devam edecek bilmiyorum. ders BELGELİĞİ sayesinde doğanın söylediklerini duymaya başladım. Gerçi birçok arkadaşım, ona karıştılar ama ben (doğaya) henüz cevap veremedim, ama o da olacak, inanıyorum.

Kimleri okuyorsun? Seni etkileyen veya hayatına dokunan insanlar var mı?

Birçok insandan bahsedebiliriz ama şu sıralar Raymond Carver, Umberto Eco, Proust, Andre Gide, Berna Moran, başucumdan eksik olmuyor. Hayatıma dokunan insanlar tabii ki var ama burada sadece çok önemli izler bırakan bir sanatçıdan bahsetmek istiyorum. Az önce bir serüvenden bahsettim, o yolculuğu ben topluluktan ayrılarak bir başıma yapıyorum ve bir iz bilen, rehber hiç fena olmaz. Bir eğitimciden ve bir sanatçıdan çok daha fazlası olduğuna inandığım bir kaptanım var. Kendisine böyle hitap etmemden hoşlanıyor mudur bilmiyorum? (Gülümsüyor) Ama gemisinde olacağım tek kaptan, Hüseyin Avni Öztopçu’dur. İleride ayrı düşüncelerde bile olsak ya da belki olmayız, ama o, dönüp dolaşıp, koşulsuz teşekkür edeceğim kıymetli hocamdır.

Resim eğitimi almış birisi olarak, yazarlığa nasıl geçiş yaptın? Bunu görsel dilden yazılı dile bir geçiş olarak düşünürsek, iki dil arasında nasıl bir bağ kurarsın?

Resim sanatının aslında bir başına olmadığını, fotoğrafı, edebiyatı, şiiri, felsefeyi, sokakları resimlerde görebildiğimi fark ettim. Bir resme baktığımızda bunların birçoğunu görebiliriz aslında. Örneğin, Kandinsky’de öyküyü, Mondrian’da fotoğrafı,  René Magritte’te soyut şiiri ve tabii ki Willem de Kooning’de deliliği görebiliriz. Gerçi onda bunu sadece ben görmek isterim. (Gülüyor) Sonra fenerimi yaktım ve galiba hiç bitmeyecek serüvenime çıktım. Görsel dilin, bir şeylerden bahsetme zorunluluğu yoktur. O, biz tepki vermeden önce ne demek istediğini hemen açıklıyor, yani resim sanatından bahsediyorum… Neden yazıya yöneldim? Çünkü resim yaparken, hikâyeden uzak kalamadığımı fark edince, bunu resim yaparak ortaya çıkaramayacağımı düşündüm. Hiç, üretmeme korkusu dört bir yanını sardı mı, bilmiyorum? Ben korkumla hareket ettim. Şu anda aldığım kararlarda belirleyici rolü üstlenen en etkili şey bu his.  Sonra yazmaya başladım, her şey daha iyi gidiyordu. Keyifle yoruluyordum, hazla. Buradan devam etmem gerektiğini düşündüm. Daha sonra yazdıklarımı perdede, ekranda hayal ettim, merak ettim. Resim yapmaya dönemezdim çünkü hikâyelerin karşılığını o tarafta göremiyordum. Ama sinema pek öyle değil, sonuçta uydurma-kurmaca sanatı ve perde, hikâyeleri benim kadar çok seviyor.

Hikâyeleri bu dille daha iyi aktarabiliyorsun yani… Peki, görsel ve yazılı dilin çatıştığı yerler de var mı? İki güçlü dilin çatışması oluşan hikâyenin ana çatışmasının önüne geçiyor mu?

Bu soruyu çok sevdim. Hayır, izin vermiyorum ama hikâyenin kendi içindeki çatışmasıyla sorunlar yaşayabiliyorum.

Bu çatışmaları örnekleyebilir misin?

Hikâyenin başlayacağı noktayı çoğu zaman çatışma belirler. Bazen, öyküye girmişsindir ama giderilmesi gereken bir sorun ortaya çıkar, verilmesi gereken bir karar. Örneğin, erkek karakter işlediği cinayetlerde yanında başka birine ihtiyaç duyar. Ve bunu karısıyla paylaşır ama makul olduğunu düşündüğü bir sebebi vardır. Karısı, eşinin söylediklerine inanıp ona mı katılacak, yoksa onu polise mi şikâyet edecektir? İşte Kadının vereceği o karar, öykünün çizgisini başlatır! Çatışma oradadır. Ben genelde iç çatışma ile dış çatışma konusunda sorun yaşıyorum, iç çatışma karakterin kendi içindeki çatışması olmalı ama kendimi alıkoyamıyorum, bazen hikâyeye dâhil oluyorum ve dış çatışmayı yaratan karakter bir anda ben oluyorum.  Benim ve karakterin iç çatışmalarının karşılaşması ile öykü tıkanabiliyor. Dış çatışma dediğim şey, karakterin kendi dışında bir şeyle mücadelesi demek. Bu tip durumlarda kalemi yavaşça masaya bırakıp uzaklaşıyorum. Öyküye zaman çok iyi geliyor.

Resim yaparken arada bir uzaklaşmak gibi… Peki, seni edebiyata yaklaştıran nedir? Edebiyatla ilişkini nasıl tanımlarsın?

Varoluş felsefesi ilgimi çekiyor. Hikâyelerim hakkında aldığım geri dönüşlerde de bu alandan izler taşıdıklarını söyleyenler olmuştu. Varoluşçu edebiyat ile ilgilenen bir öykü yazarıyım diyebilirim. Pek kimse de ben bu türde yazmaya çalışıyorum ya da bu tip bir yazarım demese daha iyi olur sanki.

Yazdıklarını yayımlıyor musun veya bir öykü dosyan var mı?

Evet, öykü kitabı olmayı bekleyen, bir dosyam var. Ama bir süre daha bekleyecek sanırım. Yayınladığım birkaç dergi olmuştu. Şu sıralar pek yok.

Notos’ta bir atölye çalışmasına katıldın. Bu dönemde yaptıklarından biraz bahseder misin?

Notos, yayıncılık alanında çok değerli bulduğum bir yayınevi. Semih Gümüş gibi bir ustanın yönetiminde olması da ayrı bir nitelik kazandırıyor yayıncılık sektörüne. Orada yaratıcı yazarlık üzerine iki buçuk aylık bir çalışmaya katıldım. Ağdalı, süslü cümlelerden kurtulup nitelikli okuma alışkanlığı, metin incelemeleri yetisi kazandım. En azından ben öyle düşünüyorum. Örneğin, önceden ilahi anlatıcıyı kullanıyordum, yani bir anlatıcı var ve her şeyi biliyor, karakterlerin hislerine, reflekslerine kadar birçok şey hakkında bilgi sahibi. Bunun, hikâyenin ne kadar önüne geçtiğini fark ettim. Bundan kurtuldum.

İlahi anlatıcıdan kurtulduğunu söylüyorsun. Peki, nasıl bir anlatım metodu benimsiyorsun?

Ben genelde birinci tekil ve üçüncü tekil kullanıyorum. Gerçi son dönemde bazen bilinç akışı kullandığım da oluyor. Bu, zor bir anlatım biçimi.

“Şiirler zaten vardır, hikâyeler zaten vardır; birilerinin onları görmesi gerekiyor…”

Hikâyeyi nasıl kuruyorsun?

Hikâye genelde fikirden doğuyor. Oturup bir hikâye yazayım demiyorum, bir şeyler oluyor, hayat bir şeyleri getirip önüne atıveriyor. Bazen de sen arıyorsun. O fikir seni karakterler yaratmaya itiyor. Ardından olay örgüsünü belirliyorum, çatışmaları belirliyorum, öyle başlıyorum yani. Bir film izlemiştim, Angelopoulos’un, Sonsuzluk ve Bir Gün filmi… Orada kelime satın alan bir şair vardı. Sokaktaki insanlardan, çocuklardan kelimeler satın alıp şiirler yazardı. Bazen tesadüfen bir kelime duyduğu zamanlar olurdu, böyle anlarda parası cebinde kaldığı için çok mutlu olurdu. Bu, bana hikâyelerin de dışarıda bir yerlerde olduklarını düşündürdü. Bazen denk geleceksin, bazen arayacaksın, bazen de onlara sahip olabilmek adına fedakârlıklar yapacaksın. Yani şöyle diyebilirim,  şiirler zaten vardır, hikâyeler zaten vardır, birilerinin onları görmesi gerekiyor. İstersek görürüz.

Peki, şiir yazıyor musun?

Bir dönem yazdım. Ama şiir yazmanın zorluğunu bilirsiniz, dili yanmayan yoktur. Artık yazmıyorum yazdıklarıma da şiir denir mi, bilmiyorum. Dosyamda öylece duruyorlar. Pek kimseyle de paylaşmadım zaten. Belki şiiri çok yüceleştirdiğimi düşünebilirsin ama bana göre kötü roman yazılabilir, kötü öykü yazılabilir ama kötü şiir yazılmamalı. Şiir birçok şeyi dışarıda bırakabilecek bir saflığa sahip olabilir. Böyle bir yetisi var. Ama bunu, yapabilecek insanlar yapmalı.

Biraz “İkinci Bölüm”den bahsedelim. Filmin ortaya çıkış süreci nasıl gelişti?

İkinci Bölüm’ü Yusuf Baraç’la beraber yaptık. Kendisi birçok noktada anlaşabildiğim biri. Bu yüzden olsa gerek, sıkıntılı ve yorucu bir çekim süreci geçirmemize rağmen onunla sorun yaşamadık. Film, bir öykümüzün uyarlaması ve bir haftada sahneleri bitirdik. Filmin öncesinde birkaç ay üzerinde çalıştık. Fakat set esnasında beklenmedik birçok şey ile karşılaşabiliyorsunuz. Ekipman eksikliği, herhangi bir sponsorun olmayışı gibi şeyler örnek verilebilir. Bunlara rağmen altından kalkmayı başardık.

Neden “İkinci Bölüm”?

Filmin ismi konuyla doğrudan ilişkili olsun istemedik. Film, kendi içinde iki bölümden oluşuyor, ‘iki zaman’dan daha doğrusu. Son dakikalardaki kümes sahneleri, ikinci bölümü oluşturuyor. Edebiyatta çok kullanılan bir teknik vardır: ‘bilinç akışı’. O teknikten faydalanarak bir deneme yaptık. Karakterin karısı ile yaşadıkları çatışma süresince, zihninde yaşadıkları… Ara ara tavukları görmemiz bununla alakalı biraz.

Tavuklar, kümes, bilinç akışı… Bunlar bir merak uyandırıyor. Filmin içeriğinden biraz bahsedebilir misin?

Film evliliklerinin henüz başlarında olan ama zamanla hayallerini yutkunduklarını fark eden, bunun için birbirlerini suçlayan bir çiftten bahsediyor. Aslında çok işlenen bir konu ama işleme biçimi, kullandığınız metaforlar ve başka etkenler, onu bambaşka bir hale getirebiliyor. Daha fazla da değinmesem iyi olur sanki, en azından festivaller bitene kadar.

Film herhangi bir yerde gösterildi mi?

Henüz gösterilmedi. Daha çok festivallerde ilk gösterim gerçekleşsin istiyoruz. Ana yarışma kategorisine girdiğimiz bir festivalde prömiyer yapabiliriz.

Peki, bu kısa film macerası nasıl bir tecrübe kazandırdı? Devamında yeni projeler de gelecek mi?

Bu bizim ilk filmimiz ve çok şey öğrendik. Emek verdik, bir şey ürettik ve bu, en büyük kazanımımız oldu. Ben durma eylemi dışında yaptığımız birçok şeyin tecrübe kazandırdığını düşünüyorum. Biz, yalnız ya da beraber, durmayı düşünmüyoruz. Açıkçası bu tecrübe bana durmamayı öğretti. Bir laf vardır, ‘’tatmin edilmiş her arzu bir yenisini doğurur.’’ Aklımızda yeni kısa filmler, belgesel konuları, birçok şey var. Bu arzularımızı gerçekleştirmeye devam edeceğiz.

Umarım “İkinci Bölüm”ü bir festivalde izleme fırsatı buluruz o halde! Teşekkürler.

İlginiz için ben teşekkür ederim.

 

Söyleşi ve Düzenleme: Selin Yağmur Sönmez

Söyleşi Tarihi: 3 Şubat 2019

Yazar

Selin Yağmur Sönmez

Yorumlar kapatıldı.

ders BELGELİĞİ © 2024 Tüm hakları saklıdır.