Günleme ekibimizden Ece Yıldırım , Devrim Erbil’in Muğla, Bodrum’daki atölyesini ziyaret ederek resimlerinde çokça değindiği ‘doğa’ kavramı ve sanat eğitimi konuları ile ilgili bir söyleşi gerçekleştirdi.
Bizler için, aynı zamanda ülkemiz için kıymetli bir sanatçısınız, ders Belgeliği adına yapacağımız söyleşi için şimdiden size çok teşekkür ederim.
Eserlerinizde hep İstanbul’u ve doğayı resmediyorsunuz. Doğanın sizdeki etkisi nedir? Bu alana neden bu kadar yoğunlaştınız?
Aslında bunu açıklamak zor. Ben çocukken de resim yapardım, bir bakıyorum şimdi on beş yaşında yaptığım resimleri iyi ki saklamışım. O resimler yine doğayla ilgili ve şimdiki yaptığım resimler ile neredeyse örtüşecek derecede üslup birliği içindeler.
Mısır’da 1971’de İskenderiye Bienal’inde bir ödül kazanmıştım, orada Mahmut Hilmi adında bir felsefeci de sordu; ”Neden hep ağaçlar, neden doğa?” diye. Ben o zaman şöyle cevap verdim; ”Biz bahçe içerisinde bir evde büyüdük, derler ya penceresinden badem ağaçları giren, yuvarlak pencereleri olan bir ev diye… işte öyle bir evdi. Okula giderken de parkın içerisinden geçerdik, çok güzel bir parkı vardı o okulun. Kenti yukarıdan görür, yüksek bir yerdedir. Herhalde bunlar etkili oldu.” diye yanıt verdim.
”Olabilir, daha başka?” dedi.
”Ben bu kadarını söyleyebiliyorum, siz ne diyorsunuz?” dedim.
Bana şunu söyledi; ”Batı materyalist bir toplumdur ama Doğu’da, dede torunu için seramik çamurunu hazırlar yahut bir ağaç dikerseniz, meyvesini siz yemeyebilirsiniz ama çocuklarınız, torunlarınız yer. Yani kendiniz için değil ama başka kuşaklar için bir şey yaparsınız, bunun doğaya da böyle bir yansıması olabilir.” dedi.
Bunun böyle bir açıklaması da olabilir, herkes kendisine göre yorumlayabilir ama herhalde doğa, her yönüyle bize birçok şey katan, duygularımıza karşılık veren, ona baktıkça ve onu hissettikçe çok derinlere inecek duyarlıklar, bilgiler edinebileceğimiz bir ortam yaratır. Bambaşkadır. O yüzden, insanlar doğadan koptukça insanlıktan da koparlar. Bu sebeple, ben hep doğayla bütünleşmeye ve onunla beraber olmaya çalıştım. Baktığınızda belki kentler de girdi işin içine ama onların arkasında da hep gizli bir doğa var.
Biz aynı zamanda resim öğretmenliği eğitimi alıyoruz, siz de senelerini öğretmenliğe vermiş biri olarak şu an Türkiye’deki sanat eğitimini nasıl görüyorsunuz?
Çok iyi bir eğitim de alsanız, sanat bütün dünyada çok fire veren bir meslektir. Her mezun, tanınmış bir sanatçı olmuyor. Daha yaygın bir meslek yapıyor olsanız, örneğin doktor veya avukat olsanız köyde de kentte de işinizi yapabilirsiniz lakin sanat öyle değil, hemen yılgınlığa uğruyorsunuz. Bir sergi açıyorsunuz, gidip geliyorsunuz, kimse ilgi göstermiyorsa bırakıyorsunuz. Bir de ekonomik nedenlerle işiniz değer görüyorsa, ondan yaşamınızı sürdürecek statüyü yakalıyorsanız, o zaman daha tutkuyla bağlanıyorsunuz. Ama sizi ciddiye almıyorlarsa, ülkede sanat ciddiye alınmıyorsa, bir gelecek garantisi yoksa hevesiniz kırılıyor. O bakımdan ben şanslı bir insanım, büyük bir tutkuyla bağlı oldum, o tutkunun da karşılığını her zaman gördüm.
Birincisi, bizde iyi sanat eğitimcileri var. Mesela Picasso’nun bir okulda ders verdiğini düşünürseniz onun zamanına yazık. Ben de bazen şöyle düşünüyorum, elli sene gittim geldim akademiye, bu vakit içerisinde sabah çıkıp akşam gelinceye kadarki zamanımı sanata verseydim, daha çok üretirdim. Ancak sanat eğitimi de çok özel. Çünkü sanat bir ortam ister. Akademiler veya bunu veren kurumlar, bir ortam yaratırlar. Mesela benim öğretmenlik hayatımda belli bir düzeyde mezun ettiğimiz öğrencilere sonra bir bakıyoruz ki bir iki sene ilerisinde çok düşük bir seviyede kalmış çünkü bir ortamı yok. Arkadaşlarla sanat konuşmak, hocalarla konuşmak, bu tür şeyler hep sanatı daha dinamik ve daha sağlam kılar. O nedenle sanat maddi veya manevi bir destek ister. Önce bu ortamların var olup olmadığını konuşmak gerekir. O yüzden eğitimde başarılı kişiler, sanat eğitiminin öğretmenleri oluyorlar. Ama bir noktadan sonra sanatı, bırakıyorlar. Oysa öyle bir şansı kullanmak gerek ve sadece sınırlı bir kesime değil daha geniş bir çevreye yaymak lazım. Aynı bir vücudun damarları gibi… Sanatçı saygı görürse ve sanatçının eserleri değer taşırsa , o vakit o ülke de farklı olur. Haliyle sanatçının eğitimi de farklı olur. Bugün, sanatçıların çok iyi koşullarda yaşadığını veya bir umut taşıdığını zannetmiyorum. Yine de çok dirençli olmalısınız. Siz kendinizi sanata ne kadar verirseniz ve fedakarlık ederseniz o da size onun karşılığını mutlaka verir.
Son olarak, gelecek sanatçı nesline tavsiyeleriniz nelerdir?
Aslında o anahtarlar söylediklerimde var ama özetlemek gerekirse, sanatın tadını çıkarmak o heyecanın kaynağı olmasını sağlamak lazım. Müze görmek, kendi toprağını ve kültürünü tanımak, sergileri kaçırmamak gerek. Bugün birçok şansları var genç sanatçıların. Televizyonlarda programlar yapılıyor, bunların eğitici rolünü dikkate almaları lazım. Yani hiç ummadık bir zamanda bir bakıyorum televizyonda bir program var ve ben bu yaşımda oturup izliyorum. Güzel öğretim üyeleri, gençler konuşuyorlar. O konuşmaları tartıyorum, oradan dahi insanın alacağı bir şey var. Kitaplar dergiler, röprodüksiyonlar var, sergiler açılıyor ve yurt dışına gitme şansınız var. Bunları değerlendirin ve heyecanınızı taze tutun. Yaşamınızda bazen ikinci, bazen üçüncü plana düşebilir ama hiçbir zaman çok geri planda , unutulmuş bir mesleğiniz olmasın. Onunla her zaman beraber olun, bütünleşin. Bunlar size mutlaka kapıları açacaktır.
Bu kıymetli söyleşide düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.
Rica ederim, ben de çok teşekkür ederim.
Söyleşi: Ece Yıldırım
Söyleşi tarihi: 24 Şubat 2022
Düzenleme: Ece Yıldırım, Zeynep Habiboğlu, Didem Dağdelen, Şeyma Kaya, Semra Güler, Sümeyye Çalışkan,
Yazar
Son Yazıları
- Haber22 Eylül 2023‘ders Belgeliği’ Mezunları Fresh Ankara’da
- Eğitim22 Temmuz 2023Buket Ada Kılıç, ders BELGELİĞİ Çalışma Raporu
- Eğitim9 Haziran 2023Mustafa Aykurt ve 22. Belgelik Sergisi
- Eğitim3 Haziran 2023Soyutlama ve Duyumsama – Özkan Eroğlu Söyleşisi
İlk yorum yapan siz olun